Memleketimin Sairlerinden ?..

Böylesi genel ve kolaycı bir başlığı seçmemin nedeni, şiir konusunda, özellikle de modern Türk şiirinde sanayi, endüstri ve toplumsal değişim temaları ekseninde ayrıntılı bir araştırma yapmamış olmam, bu konuda kendimi ehil görmememdir.

Size, Türk sanayiinde sembolik bir anlamı da olan bu beldede yapılan bu kıymetli toplantıda, modern şiirimizin değerli isimlerinden çeşitli dizeler aktarmaya çalışacağım. Böylece, zihninizde, endüstriyel yaşamın önümüze getirdiği sorunların modern Türk şiirinde kendisine nasıl bir ifade imkanı bulabildiğine ilişkin de genel bir izlenim oluşturmayı amaçlıyorum.

Bu ‘garip’ temalı toplantıya, Garip akımının değerli adı Orhan Veli ile başlayalım dilerseniz :

“Siyah akar Zonguldak´ın deresi;
Yüz karası değil, kömür karası,
Böyle kazanılır ekmek parası;
Gemiler vardı limanda gemiler,
Her biri yeni bir ufka gider.”

Orhan Veli KanıkŞiirin ‘tasvir-betimleme’ niteliği de dahil, her türden retoriksel yükünü atması gerektiğini savlayan Orhan Veli, ‘siyah akar Zonguldak’ın deresi’ dizesiyle, zengin bir görsel çağrışım alanı açıyor bize. Tek dizede, Zonguldak havzasının ana rengi olan siyahı, ‘dere’siyle birlikte gözümüzde canlandırıyor.
‘Yüz karası değil, kömür karası’yla da, ‘emeğin’ kutsallığına gönderme yaparak, aslolanın işin biçimi değil, bizatihi emek olduğunu vurguluyor. Emeğin kutsallığından söz eden Marks ile, ‘insan için çalıştığından fazlası yoktur’ buyuran Kutsal Kitab’ın ‘emek’i yücelten öğretilerini zemin olarak alıyor.
Bizi, gündelik halk dilinin atmosferine çeken bu ifade, Yahya Kemal’in, ‘meçhule kalkan gemiler’ini çağrıştırır biçimde limana, denize ve yeni bir ufka açılıyor.

Orhan Veli’nin tasavvuruna yakın ve benim kuşağımın kulağında canlılığını koruyan bir şarkı sözüne geçmek istiyorum. Fabrika Kızı.
Ahmet Kaya’nın yorumundan zevkle dinlediğimiz bu sözler, Bora Ayanoğlu’na ait.

“Gün doğarken her sabah,
Bir kız geçer kapımdan,
Köşeyi dönüp kaybolur,
Başı önde yorgunca.

Fabrikada tütün sarar,
Sanki kendi içer gibi,
Sararken de hayal kurar,
Bütün insanlar gibi.

Bir evi olsun ister,
Bir de içmeyen kocası,
Tanrı ne verirse geçinir gider,
Yeter ki mutlu olsun yuvası.

Dışarda bir yağmur başlar,
Yüreğinde derin sızı,
Gözlerinden yaşlar akar,
Ağlar fabrika kızı.

Oysa yatağında bile,
Bir gün uyku göremez,
İhtiyar anası gibi,
Kadınlığını bilemez.

Makineler diken gibi,
Batar hergün kalbine,
Yün örecek elleri,
Her gün ekmek derdinde.

Fabrikada tütün sarar,
Sanki kendi içer gibi,
Sararken de hayal kurar,
Bütün insanlar gibi…”

Bir Yeşilçam filmine yakışan bu tabloda, Orhan Kemal’in dönüp dönüp anlattığı sıradan, fakir, yalın ve dokunaklı bir insanın, bir fabrika işçisinin hikayesi anlatılıyor.

Nazım HikmetEsasen, bizim modern şiirimizde, endüstri, sanayi, fabrika, emek, işçi ve makine deyince, akla ilk gelmesi gereken, Türk şiirinin büyük ustalarından Nazım Hikmet’tir.

“Trrruum
Trrruum
Trrruum
Trak tiki tak
Makinalaşmak
İstiyorum
Beynimden, etimden, iskeletimden
Geliyor bu
Her dinamoyu
Altına almak için
Çıldırıyorum
Tükürüklü dilim bakır telleri yalıyor
Damarlarımda kovalıyor
Ota direzinler, lokomotifleri”

Bu ‘mekanik’ şiir, Nazım’ın şiirsel sesinden de nasiplenmekle birlikte, buna, gerçekte içeriğin biçime yeğlendiği bir ‘manzume’ olarak bakmak isabetli olur.
Bu şehvetli makinalaşma isteği, sanayinin yüceltildiği bir ideolojiden besleniyor.
İnsanın kendisini bedeni ve ruhuyla bir makinaya benzetmesi, onunla özdeşleşmesi, ister sosyalist ister kapitalist sistemin öngördüğü bir endüstrileşme idealini içersin, pek sevimli olmasa gerek.
Fakat, ‘işçi sınıfı’na ilişkin en çok şiir Nazım Hikmet’e aittir. İşte bunların en çok dillerde dolaşanı :

“Türkiye işçi sınıfına selâm!
Selâm yaratana!
Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm!
Bütün yemişler dallarınızdadır.
Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir,
haklı günler, büyük günler,
gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,
ekmek, gül ve hürriyet günleri.

Türkiye işçi sınıfına selâm!
Meydanlarda hasretimizi haykıranlara,
toprağa, kitaba, işe hasretimizi,
hasretimizi, ayyıldızı esir bayrağımıza.

Düşmanı yenecek işçi sınıfımıza selâm!
Paranın padişahlığını,
karanlığını yobazın
ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selâm!

Türkiye işçi sınıfına selâm!
Selâm yaratana!”

Nazım Hikmet’in şiirsel dünyasında ‘işçi-kitap ve iş’in birlikte anılması ve işle yoğrulmayı, kitapla bilinçlenmeyi öngördüğü bu sınıfın hareketinin ‘düşmanı yeneceğini’ söylemesi önemlidir.
Bu, bizdeki işçi hareketinin dinamiklerini de ima etmektedir.
Bizim Batı’daki gibi bir sanayileşme deneyimimiz –o dönemde- olmadığı için, toplumsal sınıflar da henüz oluşmadığı için, böylesi bir bilinçlenme öngörüsüne gereksinim duymaktadır. Bu bağlamda Asım Bezirci’nin bir değinisini anmak isterim.
Politika gazetesinde 1977 yılında yayımlanan bir yazısında şöyle der :

“Politika`daki yazılarımı izleyenler görmüşlerdir: İkide bir işçi sınıfı edebiyatından, onun taşıyacağı özelliklerden söz ediyorum; ülkemizde halktan gelen sosyalist yazarların yetişmesini diliyorum, bunun yollarını arıyorum. Gerçi işçilerimizin yaşadığı çetin koşulları anlıyorum: İşten evine yorgun dönen,geçim sıkıntısı içinde kıvranan, doğru dürüst eğitim/öğretim göremeyen, edebiyatla uğraşmaya vakit bulamayan kimselerin arasında yazarların çıkması çok güç, biliyorum.Üstelik, bu güçlüğün de ancak sosyalist düzende aşılacağına, kitlelerdeki yeteneklerin ancak orada çıkıp gelişeceğine inanıyorum.Yine de, çevremde yazarlığa özenen bir işçinin adı geçince umutlanıyorum:”İşte emekçileri içerden tanıyan biri,” diye düşünüyorum.Herhalde , dışardan birine, örneğin bir küçük burjuvaya oranla böyle birinin halkı anlatması daha canlı, daha gerçeğe yakın olacaktır. Maksim Gorki`nin, Jack Lodon`un, Orhan Kemal`in eserlerinde olduğu gibi…

Bir işçinin şiirini okurken bunu yakından gördüm:
Vatan gazetesinin açtığı “Özgürlük Şiirleri Yarışması”nın yargıcılar kurulundayım. Gelen şiirlerden bana verilenlerin ilk elemesini yapıyordum. Ayırdığım örneklerden biri ilgimi çekti. Kimin yazdığı belli değildi. İlk okuyuşta etkiledi beni. Uzun olmasına karşın, bir kaç kez bıkmadan okudum.

yarınları çalar sazım
geleceğe gerilir
geleceğe kurulur
perde perde tel ile
çalındıkça el ile
söylendikçe dil ile
yüründükçe yol ile
özgürlüğe varılır
özlemlere varılır
varılır vezüv`ün yamaçlarına

Bu parçadan da anlaşılacağı üzere, şairin inançlı ve dirençli bir bakışı, destansı ve soluklu bir sesi, temiz ve sıcak bir dili, coşkulu ve açık bir deyişi var. Dizeleri su gibi, gürül gürül akıyor. Halk edebiyatından, Nazım Hikmet şiirinden başarıyla yararlanmış.
Şair yalnızca edebiyatımızın geleneğini değil, solumuzun tarihini de özümlemiş.Şeyh Bedrettin`den Mustafa Suphi`lere, Nazım Hikmet`ten günümüz savaşımcılarına kadar uzanan halk hareketleri ve önderlerinden bilinçle, sevgiyle söz ediyor:

özgürlüğün cansuyu
karadeniz kıyısında kızıl kan
çarpar kayalara çarpar çalkanır
ve vurur bakıra rengi
vurur çaya rengi
vurur suya rengi
suphi`nin
sağ yanı çürümüş
sol yanı dirinin
yani emek erinin
karıncanın arının
yani nejat`ın
yani gözleri gök nazım`ın
bağrı toprak nazım`ın
özgürlüğün yeşerdiği

Şair özgürlüğü basit bir tasarım değil, insana, topluma bağlı bir olanak sayıyor.ona göre, özgürlük “anaların en büyüğü”dür. “gökboyu mavilik”tir, “ekmeğimizin katığı”dır. “Bitmeyen bir inatla zindana, zincire, zulme” dayanarak ve “kayalarda kartal kanatla” savaşarak kazanılır, korunur.

kurt üşüşmüş kuş üşüşmüş
kuzum üstüne balam
kara kara kış üşüşmüş
yazım üstüne balam
bir kahırdan kaş üşüşmüş
gözüm üstüne balam
sızım üstüne balam
acıdan ağu sürülmüş
çeliğe böyle verilmiş
özsuyu özgürlüğün

Peki bütün bu güzel parçalarına karşın, “özgürlük” şiirinde takıldığım hiçbir şey yok mu? Az da olsa, var: Bazı kesimler boşuna uzamış, bazı dizelerin ya da sözcüklerin sık sık tekrarı da gereksiz. Bunlar, yer yer, şiirin yoğunluğunu yaralıyor, gerilimini azaltıyorlar.

Seçiciler kurulunun öteki üyeleri Hasan İzzettin Dinamo ve Kemal Özer`le buluştuğumuzda bunları düşünüyor, sonucu merak ediyordum. Acaba onlar ne diyeceklerdi, yoksa yanılıyor muydum?
Elemeyi kazanan şiirleri 1977 Ekiminin son haftasında yeniden okuduk, üzerinde konuşup tartıştık. Söz konusu şiir oybirliğiyle birinci seçildi. Doğrusu, pek sevindim buna. Şairini öğrenmek üzere zarfı heyecanla açtık. İçinden Ozan Telli`nin adı çıktı.
Meğer, birincilik ödülünü kazanan şair, genç bir işçi imiş! Hepimiz duygulanmıştık…”

1923’te 1 Mayıs’ı genel grevle kutlama kararı, 1923 yılının Mayıs ayında Aydınlık gazetesindeki iki şiirle desteklenmişti. Bu şiirlerden biri, Nâzım Hikmet’in sonradan “Benerci Kendini Niçin Öldürdü” kitabında yer alan şiirdir:
Grev
Stop!
Fren!
Zınkk!
durdu.
Amele
başparmağını tele
dokundurdu.
***
Bir başka şiir, Yaşar Nezihe’nin ünlü 1 Mayıs’ıdır:

“Ey işçi!
Mayıs birde, bu birleşme gününde
Bişüphe bugün kalmadı bir mani önünde…
Baştan başa işte koca dünya hareketsiz;
Yıllarca bu birlikte devam eyleyiniz siz
Patron da fakir işçilerin kadrini bilsin
Tazim ile hürmetle sana başlar eğilsin…”

Yaşar Nezihe, aynı yılın 7 Eylül’ündeki matbaa işçileri ve mürettipler grevini de Gazete Sahiplerine (18 Eylül, Haber Gazetesi) şiiriyle selamlayacak, patronlara işçinin demirden yapılmadığını, başkaldırmakta haklı olduğunu haykıracaktı:
“Ahen değil işçi, o da patron gibi insan
Patronlara karşı eder elbet grev ilan
Teslim ediniz işçilerin hakkını zira
Etmezseniz, etmez size onlar da müdara
Yoksa bu grev böyle devam eyleyecektir
Beş on kuruşa kimse boyun eğmeyecektir.”

Edebiyatımızda bir kitaba ad olacak kadar ünlü olmuş grev şiiri kuşkusuz Kavel’dir:
“İşime karım dedim
karıma kavel diyeceğim
ve soluğum tükenmedikçe bu doyumsuz
dünyada; güneşe karışmadıkça etim,
kavel grevcilerinin türküsünü söyleyeceğim.”
Hasan Hüseyin KorkmazgilHasan Hüseyin’in 1963 yılında 36 gün süren Kavel Direnişi’ni ve bu direnişi gerçekleştiren “Kavel grevcilerini” övmesi, sınıfın tarihi bakımından da doğrudur. Bütün grevler okuldur ve önemlidir ama bu grev, Toplusözleşme Yasası’nın çıkışını hızlandıran bir işaret fişeği olmuştu. Ancak Toplusözleşme Yasası’nın çıkması, işçi hareketlerinin 1965’te kana bulanmasını engelleyemedi. 1965 yılında liyakat primlerinin dağıtılışında haksızlık yapıldığına inanan Zonguldak kömür işçileri, 10 Mart gününden başlayarak ocaklara inmeyi reddettiler. Direnişe katılan işçi sayısı 2 bine ulaştığında, işçinin üstüne jandarma gönderildi. Usulsüz bir grev sayılması gereken hareket, ayaklanma sayılmıştı. Grevcilere ateş açıldı. İşçiler ölülerini vermediği için ölü sayısı tam bilinemiyor, üç ya da bir. Ceyhun Atuf Kansu, adı bilinen işçi için Yön’de bir şiir yayınladı: Mehmet Çavdar’a Ağıt.” Şiir şu dizelerle başlıyordu:

“Ala şafak saat üçtü
Uyanmak güçtü
Karanlık uykusundan yoksulluğun
Ezilmiş bir düştü
Çavdar Mehmet’in düşü…”

Ceyhun Atuf, öldürülen işçiyi “sesi duyulmayan milyonlardan biri”, “arkasız ve kimsesiz kalabalıklardan biri” olarak tanımlıyordu. Bu şiiri Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Sennur Sezer’in şiirleri izledi. Şiirimize kömür işçisinin lambasının ışığı düştü uzun süre.
Türkiye’nin işçisiyle köylüsüyle, öğrencisiyle derlenip toplandığı günlerin yankısı da önce şiirde görüldü, “çalışırken aydınlığı karanlığından soyan” işçi şiirleri yaygınlaştı. Dağlarca, “Türkiye bir büyük devrim yolunda” diye müjdeliyordu Görünen Köy adlı şiirinde. “Orda bir köylü ayağı, burda bir işçi kolu” diye harekete katılanları tanımlıyordu.
Sonunda 15-16 Haziran olaylarının şiirini de o yazacaktı ilk:

Yürüyen İşçiler Kapılarında İstanbul’un
Yürürüz devrim gününde
Bütün Ulusun önünde
Toprak bu yurt denen toprak
Bu yurt benim elim aya’m
Bu yurt benim elim aya’mla kurtulacak.

İşçi yürür mü yürür ya
Koca illere varır ya
Ağayı beyi görür ya
Kalmadı gerçeğe uzak
Bu yurt benim elim aya’m
Bu yurt benim elim aya’mla kurtulacak.
Ölü girer gecesine
Ulaşır dağ yücesine
Bittim dedim nicesine
Sustular taşlar gibi bak
Bu yurt benim elim aya’m
Bu yurt benim elim aya’mla kurtulacak.

Kişi kişiye kul değil
Neden karanlık al değil
Yeryüzü uzun yol değil
Varılır gökler aşarak
Bu yurt benim elim aya’m
Bu yurt benim elim aya’mla kurtulacak.

Dağlarca, yürüyen işçileri şiirlerinde kimi zaman yalnızca ayaklar biçiminde yansıttı, kimi zaman eylemleriyle; “Eylemin gücü neden büyük” diye sorarak. Ama 15-16 Haziran, bir ilk kitaba ad olmak için 1977’yi bekleyecekti: Kurtarılmış Haziran. Hulki Aktunç,

Kemal Özer1973’te grev sayısı 55’e ulaşacak, Kemal Özer, 1 Ağustos 1973 tarihli Bir Lokavt Şiirine Hazırlık’ı yazacaktır:

“Bir türkü gibi gelir dilime söyleyemem
bomboş sokakta bir başıma
bir türkü, gür çeşmelerden söz açar.
Ama derim ki söylesem kim duyacak,
bomboş bir sokakta bir başıma?
Bir türkü gelir dilime söyleyemem.

Bomboş bir alana ulaşır sokak
bir umut kıpırdar yüreğimin içinde
bir tek güneşli gün umudu.
Ama derim ki kimlere yarayacak,
güneş vursa da bomboş bir alana?
Yüreğimin içini ısıtır ancak.

Biriken sessizliktir alanlarına kentin
Kapanmış tezgahlarla tütmeyen bacalardan
bir çare düşünürüm, açlığı çözümlesin.
Ama derim ki bir başına çözüm aramak,
daha zorlu kılmaz mı atılan düğümü?
Biriken sessizliktir alanlarına kentin.

Birlikte savunalım öyleyse yaşamı
Hep birlikte söyleyeceksek
başlayalım türküye,
Yan yana getirelim çözümler üreteceksek
umutlar sağacaksak katalım birbirine
Mekikler mi vurmuyor, ocaklar mı soğumuş?
Birlikte savunalım öyleyse yaşamı.”

Ahmed Arifİşçinin, emeğin ve isyanın büyük şairi Ahmed Arif’in göndermeleri ise daha insani, toplumsal ve dramatiktir :

“Ve güneş yasak
Duvarlar vardır
Ve korkunçtur yalnızlığı ranzaların
Sen yatağında yanüstü düşmüşsün
Dudaklarında dost cıgaran
Kaysılar belki bu gece çiçek açacaktır
Çalmış kışlaların yat boruları
Kalmışsın en güzel kavgaların haricinde
Kalbin, Zonguldak’ta çökmüş bir kuyu
Kafan, sokak çarpışmasıdır Çin’de..”

‘Kalbin Zonguldak’ta çökmüş bir kuyu’ dizesi, yerin altında ekmek arayan çilekeş insanların ciğerdelen hikayesini zenginleştirmekle kalmıyor, ekonomik ve toplumsal bir derdin nasıl şiirselleşebileceğini ve şiirin, doğasına zarar vermeksizin nasıl politik olanın içine çekilebileceğini başarıyla gösteriyor.
Zonguldak’la Çin arasında kurulan ilişki, Türk sosyalizminin ana damarlarından birini ima ediyor.
Şair, bir bilinç haritası oluştururken, merkeze insanın dramını alıyor.
Az önce aktardığım şarkı sözündeki temayı daha zengin biçimde Ahmed Arif’te de buluruz :

“Tütünü bilir misin?
“Kız saçı” demiş zeybekler,
Su içmez her damardan,
Yerini kolay beğenmez,
Üşür
Naz eder,
Darılır
İki parmak arasında kıyılmış,
Bir parçası var kalbimin
İncecik, ak kağıtlara sarılır,
Dar vakit yanar da verir kendini.
Dostun susan dudağına…

Sokaklardan,
Kıyılardan,
Gök mavisinden,
Ekmeğinden,
Canevinden ayrı düşmeye
Yani bütün hasretlerin kahrına
Ve zehrine çaresiz kalmaların,
İlk nefesi Hızır gibi yetişir
Cibalide sarılan cıgaranın…

Tütün işçileri yoksul,
Tütün işçileri yorgun,
Ama yiğit
Pırıl - pırıl namuslu.
Namı gitmiş deryaların ardına
Vatanımın bir umudu…”

Modern Türk şiirinde, yaygın bir alanın, tütün emekçisinin yoksulluğu ve Türkiye toplumu için bir umut olduğu düşüncesi sanırım ilk kez bu şiirde ifade imkanına kavuşmuştur.
Yoksul, yorgundurlar ama pırıl pırıl ve namuslu halleriyle vatanın umududurlar tütün işçileri.
Şiirde, ‘ilk nefesi Hızır gibi yetişir’ dizesini mısra-ı berceste olarak okumak mümkündür.

Can YücelTütünden söz açmışken, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu özgürlükçü ve sivil bir anayasayı henüz gerçekleştiremeden alelacele kapsamlı bir sigara yasaklama yasasını çıkaranlara, bir tiryaki olarak, Can Yücel’in bir şiiriyle dokundurmak isterim :

“Gün gelir, püfürdetiriz sonra
Neşemiz neşe,
Elcağızımızla ekip derlediğimiz,
İplere dizip güneşlerle kuruttuğumuz
Güzelim sarı sarmalarımızı
Tüttürdüğümüz fabrika bacaları gibi
Bu rejimin cenazesine karşı
Günahı yöneticilerin boynuna!
Emir onlardan, bizden uyması!”

“Güzelim sarı sarmalarımızı
Tüttürdüğümüz fabrika bacaları gibi” dizesi, bizim sigara içme biçimimizi ve tütün tüketme yaygınlığını çarpıcı biçimde anlatıyor.
Can Yücel’in ironik dili, yergi okunu bu kez tütün üzerinden atıyor.

Aşık Veysel ŞatıroğluAşık Veysel ise, Cumhuriyet’in ilk yıllarının toplumsal coşkusuyla ‘fabrika kurma’yı yüceltir ve bayraklaştırır :

“İtimat edersen benim sözüme
Gel birlik kavline girelim kardaş
Birlik çok tatlıdır, benzer üzüme
İçip şerbetini duralım kardaş.

Son verelim iftiraya bühtana
Kardeşane sevişelim can cana
Elbirlikle çalışalım vatana
Çok okul, fabrika kuralım kardaş.

Veysel’in sözleri kanun dışı mı?
Mantığa uymazsa kesin başımı
Bana düşman etmiş vatandaşımı
Sebebi ne ise soralım kardaş.”

Irmak şiirleriyle, modern Türk şiirinde kendine özgü bir yer edinmiş olan Hasan Hüseyin Korkmazgil’in şiirsel dünyasında da iş, işçi, emek, fabrika ve endüstriyel toplumun sancıları sıklıkla dile gelir :

“istanbul’da bir fabrika
fabrikayı ben koymadım oraya
ben diyorum ki size
istanbul’da bir fabrika

fabrikayı işçiler çalıştırır
işçileri bir milyoner
ben diyorum ki size
fabrikayı işçiler çalıştırır

grev gittikçe büyüyor
grevi ben istemiyorum
ben diyorum ki size
grev gittikçe büyüyor

bini boşaldıkça biri doluyor
binini ben boşaltmıyorum
ben diyorum ki size
bini boşaldıkça biri doluyor

bu düzen beyler düzeni
bu düzeni ben yapmadım
ben diyorum ki size
bu düzen beyler düzeni

ortalık gitgide karışıyor
ortalığı karıştıran ben değilim
ben diyorum ki size
ortalık gitgide karışıyor

birgün kıyamet koparsa
kıyamet kopsun istemiyorum
ben diyorum ki size
birgün kıyamet koparsa”

İstanbul, sanayileşmenin odağı bir kenttir. ‘Fabrikayı ben koymadım oraya’, ileriki bentteki, ‘bu düzeni ben yapmadım’la eş anlamlıdır. Sanayileşme kaçınılmazdı. Endüstri toplumuna geçiş süreci zorunluydu, yaşandı. Fabrikanın bir sahibi var, bu milyoner bir ‘kapitalist’tir, patrondur. Fabrikayı işçiler, işçileri patron çalıştırır. Fabrika, işçinin emeğini emer, patron, işçiyi ‘sömürür’. Buna karşın grev denilen bir itiraz ve isyan yolu vardır. Grevin gittikçe büyümesi, işçinin sınıf bilincinin güçlenmesidir.
Bilincin güçlenmesi, ‘beyler düzeni’nin değişebileceği umudunu besler. Bu düzen böyle gitmez ve bir gün kıyamet kopar.
Şairin duygusal öngörüsüne ve arzusuna saygı duymakla birlikte, Türkiye’de işçi sınıfı bilincinin, sendikal hakların, emekçilerin toplumsal ve ekonomik çıkarlarını korumak üzere örgütlenmelerinin Türkiye’ye özgü kimi sorunsallar içerdiğini ayrıca vurgulamamız gerekir.
Gerek hukuki çerçeve gerekse toplumsal bilinç Türkiye’de sağlıklı, özgür ve gürbüz bir sendikal hareketin varlığını ciddi biçimde tehdit eder haldedir.
Çetin Altan’ın milletvekili olduğu yıllardaki bir anısını da söz konusu ettiği bir yazısı vardır. Orada İstanbul’da bir konferansta başından geçen bir olayı aktarır…

Cahit ZarifoğluSorunun bir de sendikal örgütlenme ile ilgili boyutu vardır. Sendikaların otel işletmesi, televizyon kurması, işçi sorunlarından çok güncel politik sorunlarla ilgilenmeleri, sendika yarım yüzyıla yakın sendika başkanlığı yapan yöneticiler, işçi aidatlarının çarçur edilmesi, sendika yöneticilerinin mali irtikap vs…
Bu karamsar tablodan umut dolu, ışıl ışıl bir şairin, Cahit Zarifoğlu’nun bir şiirine geçmek istiyorum :

”Ülkeyi tez giden ayaklarımla varıyorum
Kanım temizliği seven bir kolla atılıyor durmadan
Yıkanmış güneşte yeni kurumuş çarşaflar gibi
Serin ve ürpertici gövden
Yaklaşmaktasın ve / çok yakınıma taşıdığın / güller
Sana canı gönülden âşık oldum meleğim
Kollarına gümüş bilezikler düşündüm
Dostlar buldukça onlara
Kalın kaşlarını övdüm
Güzeldin
Gövden gerilmiş devinmekteydi
Bir tabloda gibi her bakmaya değişen
Karanlık anlamlardan arınan yüzünle
Hakkı verilmiş
Zehirleri alınmış kazanlarda
Demirle birlikte çeliğe koşmaktaydın
Ve döllenmekteydin mengenelerle kucaklanarak

İşçi eğilir bükülür ve doğrulur
Köylü bükülür doğrulur eğilirken

İnsan iyi maden kuyumcuda”

Kuyumcu, toplumun yeniden onaran, dirilten, soluklandıran bilgedir. Bu bilgelik, işçinin eğilmesi, bükülmesi ve doğrulmasıyla da ilişkilidir. Köylünün bükülmesi, ve eğilirken doğrulması, kulluk sırrındadır. İnsanın yaratılmış olarak en çok yüceldiği an, Yaratıcı karşısında en çok eğildiği yerdir. Köylü ve işçi olarak insan bir iyi madendir, altındır… Yine ehil ve mahir bir kuyumcuda, altının değerini bilen bir elde insan düştüğü yerden kalkacak, eğildiği yerden doğrulacak, büküldüğü yerden düzelecektir.
Şairler, esasen bizi yatay gerçeklikten çekip alan insanlardır. Onlar, yerle göğün temasını yeniden yeniden kurarlar. Biz, gündelik ve somut gerçekliklerin, dertlerin, sıkıntıların içinde yitirdiklerimizi onların olağanüstü aleminde bulabiliriz.
Tıpkı yine Cahit Zarifoğlu’nun ‘çuha kadını’ndaki gibi :

“denize açılan çuha kadınını
açıktan geçen son sağlığa bağlamak için
makine ustası
amma da mideli yıkılmadan geliyor
ve sırrım sessizliğiyle çalışıyorsa başına ben
gittikçe soğuyan ve soğuyan ben
ekmek kırıntıları döküyor

her zaman yaprak duşları başlıyor
serpilen kuşlar çimen düzlerine
gelip bir kısrağa yakından bakıyorlar

kuruyan ağza kapak göze kapak
çölüne atılan zar
sulardan serpme balık”

Makine ustasının sırrının sessizliğiyle çalışması, ondaki sabrı, temkini, iradeyi ve kararlılığı gösterir. Adı üstünde ‘emek’ verendir, emekçidir o. Ben’in soğuması, ekmek döktüğünden bellidir. Ekmek azizdir. Ben, insanın en büyük tuzağıdır.
İnsanın kişisel doğasının sınırlarını taşması çuhacılık gibi, sabır isteyen bir dokuma, bir nakış işlemidir. Burada makine, düzenliliği ve kararlılığı simgeler.

Zarifoğlu, Yeni Güzel Adam’da, dağla kenti, kentle fabrikayı bir uzlaşma ekseninde bir araya getirir :

“Dağ cezbelenince
Doğrulup eğildikçe
Ovaya bir anda
Kentler serilir
Yollar fabrika çevrekleri bentler

Yedi adamdan biri
Bir gün bir dağ göreni
Yeni bir soluk çekti içine
Değişti aynı kalarak
İndi kente
Dağıyla
Esen başı”

Zarifoğlu ile aynı dünyadan bir başka seçkin şair, Erdem Beyazıt, Hasan Hüseyin Korkmazgil ve Hasan İzzettin Dinamo gibi sanayi çarklarının ezerek yok etmeye çalıştığı insanın dramına eğilmiştir :

“Beton duvarlar arasında bir çiçek açtı
Siz kahramanısınız çelik dişliler arasında direnen insanlığın
Saçlarınız ızdırap denizinde bir tutam başak
Elleriniz kök salmış ağacıdır zamana
O inanmışlar çağının.

Zaman akar yer direnir gökyüzü kanat gerer
Siz ölümsüz çiçeği taşırsınız göğsünüzde
Karanlığın ormanında iman güneşidir gözünüz
Soluğunuz umutsuz ceylanların gözyaşına sünger.”
İnsanlığın çelik dişliler arasında direnmesi, bize Fritjif Schuon’un o köktenci eleştirisini anımsatır : İnsan metal çağına, tekrar demir çağına girdi. Bir bozulma, çürüme ve kokuşma çağı bu. Emeğin sömürüldüğü, adaletin çekildiği, merhametin, şefkatin, sevginin, bölüşümcülüğün unutulduğu bir zaman. Buna rağmen beton duvarlar arasında bir çiçek açmaktadır. İnsanlık metalin çelik dişlileri arasında, kapitalizmin kıyıcılığına karşı direnmektedir. Beyazıt’ın şiiri, bu direncin şiiridir.

Sezai KarakoçVe Sezai Karakoç :

“hızır hızır, işçi demek
meleğe öykünen demek”
Hızır’la işçinin aynı karede pozlandığı ve meleksi tabiatının yani saflığın, emeğin kutsallığının tekrar vurgulandığı bir şiir bu.
Esasen makinenın, maden ocağının, fabrikanın her bölümünün ve alanının ayrı bir insani öyküsü vardır.
Fabrika vardiyaları, girişler, çıkışlar, sigara molaları ve yemek saatleri nice insanlık öyküsüne tanıklık eder, nice hikaye barındırır içinde.

Modern Türk şiirinin ustalarından bir başkası, Attila İlhan, ünlü Fabrika Durağı’nda bize böylesi bir öykü anlatır :

“(…)
gökyüzü en karanlıktı sonra gözlerin
fabrika durağı’ndaki bayram yerinde
lâcivert saçlı kürtlerin sonra devrilmişliği
yumruk kadar yürekleriyle sonra çocuklar
sonra niyet çeken askerler karanlıktı
sonra sessiz sedasız sevişen ıhlamurlar

Attila İlhano akşamın eteklerinde iki mahzun çocuktuk
izinli jandarmalar nişan atıyorlardı
atlıkarıncalar gıcır gıcır gülüyorlardı
yorgunluğumuza rağmen adeta mesuttuk
canavar yoksulluğumuzu sanki unutmuştuk
başımızı sokacak evimizin olmadığını
iki yakamızın uç uca gelmediğini
halimizi soran olmadığını sanki unutmuştuk
içimizden ebabil kuşları geçiyorlardı

o akşam fabrika durağı’ndaki bayram yerinde
elbirliğiyle bir donanma yaşadık
ıslıklı denizlerin ihtirasını yaşadık
gözbebeğimizdeki kan siyaha dönmüştü
bayramın sonu gelmişti oysa ışıklar sönmüştü
ben yıkılıp gitmiştim erken kalkacaktım
sen bir rüzgâra girmiştin erken kalkacaktın
ikimiz ekmeğimizin peşine düşmüştük
öyle uzun sevişmeye vaktimiz yoktu”

o akşam fabrika durağı’ndaki bayram yerinde
elbirliğiyle bir donanma yaşadık”

Ahmet TelliFabrika durağının başka bir öyküsünü Ahmet Telli bize anlatır :

“Sen dostumdun benim, gülünce güneşler açardı
Su gibi azizdin, yurdumdun, alnında ateşler yanan
Işıklı bir ırmak gibi aktığımız o uzun yürüyüş
Dana dünkü sanki, her patlayan sağanak bunu anlatır
Fabrika düdükleri bunu anlatır bana her vardiyada

Hazırladığımız ilk taş baskısı afişi anımsar mısın
Bükülüp giden kent sokaklarını, fabrika önlerini
Sonra kitapları (kokuları hala burnumda onların)
Hangi mayısta taşıdık kentlere küllerin rengini
Gerçi gülistan olmadı ömrümüz, gam değil”

Sevgili yurttur. Su gibi azizdir, arı durudur.
Mağripli büyük Bilge İbn Arabi, kadının erkeğe vurgunluğu, insanın kendi yurduna olan düşkünlüğündendir, der. Erkeğin kadına olan iştiyakı ise, bütünün parçasına olan iştiyakındandır. Fabrika düdüklerinin her vardiyada şaire anlattığı bu saflık ve ışıklı bir ırmak gibi akılan uzun yürüyüş, bana Hölderlin’in ünlü dizesini hatırlatıyor :
‘İnsan yeryüzünde şairane oturur.’
İnsanın su gibi hem temiz hem temizleyici olması bir dilek olmanın ötesinde, muhtemelen bir fabrika işçisi olan gerçek sevgiliye duyulan tutkulu aşkın şaire kazandırdığı ufuktandır.
Aşk yakıcıdır, yakar ve yeni bir varlık yaratır.
Fabrika önlerinde taş baskısı afişler gözümüzden tanıdık kareleri geçirir.
Şiire ince bir sızı, bir hüzün sinmiştir.
Belli ki fabrika önü ve vardiya düdükleri şairin acıları ve anılarıyla yaşadığını göstermektedir.

Oktay Rifat (Horozcu)Benzer bir hüznü Oktay Rıfat’ın harç çeken işçiler’inde buluruz :

”Harcını çekiyorlardı yapının,
kara bir don, belden yukarsı çıplak.
Yıldızlarını çekiyorlardı evin omuzlarında,
pencereden görünecek dallarını, komşunun yarısını,
ağaçların arasında kaybolan yolunu,
durulacak yerlerini çekiyorlardı, bütün o noktaları,
aşkı, ki saklanırız çoğu kez sevişmek için,
köşeleri çekiyorlardı, merdiven başını,
mutfağın sofaya vuracak aydınlığını,
bir kızın ölüşünü ansızın
iki kapı arasında, yaz başlangıcı olabilir,
saksılar olabilir, hasekiküpesi, cezayirmenekşeleri,
yalnızlıkları çekiyorlardı, öpüşleri,
karşı çıkışları, susmalara karışan böğürtleni,
bir denizden uzaklara çıldırmanın sevincini,
bükük beli, koltuktakini, sofada yürüyeni,
kaynayan çaydanlığın mutfağa diktiği
o kokulu ağacı, kabuklarını döktükçe büyüyen,
semizotunu masada, maydanozu, domatesi,
kaşığa uzanmayan eli ve lokmayı boğazda düğümlenen,
doğacak oğlanı ölmeden önce
bir nisan yağmurunda avucunda güneşle.
Çay soğumasın, bu reçeli seversin sen,
orasını çekiyorlardı işte, tam orasını,
umutların ömrümüzden döküldüğü yeri
ve ev yükseliyordu yavaş yavaş kaderine doğru.
Onlarsa gün batmadan gidecekler “

Son dize, ‘oy akşamlar akşamlar
Gene geldi akşamlar
Evli evine gider
Garip nerde akşamlar’ı hatırlatıyor.
Evin kaderine doğru ağır ağır yükseldiği, onlarınsa gün batmadan gidecekleri yer gerçekte, sevdiğine karşı son derece vefasız olan dünyanın bizatihi kendisidir.
Bu muazzam metafor ile Oktay Rıfat, bizi, harç çeken işçilerin hikayesinin içinden geçirir ve dünyanın kalbine götürür.

Aynı hüzün ve melankoli, Orhan Veli’de de karşımıza çıkar. Bu kez deniz, liman, yelken ve yağmurludur şiir :

“Neden liman deyince
Hatırıma direkler gelir
Ve açık deniz deyince yelken?
Mart deyince kedi,
Hak deyince işçi
Ve neden ihtiyar değirmenci
Allaha inanır düşünmeden?

Ve rüzgarlı havalarda
Yağmur eğri yağar?”

Hak deyince işçinin hatıra gelmesi, ‘işçinin alnını teri kurumadan emeğini veriniz’ emrindeki öğretidendir. Hak, birilerinin bağışladığı veya lütfettiği değildir. Hak, kazanılmış olandır.

Yaşar KurtFabrika durağından, şiirin ve müziğin bizatihi kendisinin bir endüstriye dönüştüğünden yakınan bir şarkıcı/şair’e, Yaşar Kurt’a geçelim :

“Hırsızlar dolaşıyor hırsızlar
Para koyarlar cebine
Ruhunu çalarlar
Oğlum senin

Plastik bunlar yaşamıyorlar
Üstüne sürerler pisliklerini
Artıklarını sarkıklarını
Oğlum senin

Anasını satarlar melodinin

Hırsızlar dolaşıyor hırsızlar
Para koyarlar cebine
Ruhunu çalarlar
Oğlum..

Eski yunanda lir çalan şairler vardı
Şimdi müzik endüstri
Şimdi şiir endüstri
Şimdi şair endüstri”

Kapitalizmin her şeyi bir metaya dönüştürdüğünü anlatan Yaşar Kurt, müzik, şiir ve şairin bu çürümeden yeterince nasiplenmiş olduğunu sert bir dille söylüyor ki katılmamak imkansız.

Bu çürümenin dışında nasıl kalınabilir?

Necip Fazıl KısakürekCevabı Necip Fazıl’da arayalım :

“Al eline bir değnek,
Tırman dağlara, söyle!
Şehir farksız olsun tek,
Mukavvadan bir köyle.

Uzasan, göğe ersen,
Cücesin şehirde sen;
Bir dev olmak istersen,
Dağlarda şarkı söyle!”

En Ağır İşçi
Ümit Yaşar Oğuzcan

En ağır işçi benim;
Gün yirmi dört saat,
Seni düşünüyorum.

(alinti ...)

**** sevgi bizim dinimizdir ****
 
***Her ne arar isen kendinde ara***
 
türküBakislim
   










 
bugün 24897 ziyaretçikisi burdaydi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol